BARAJLAR PROJESI
BARAJLAR PROJESİ
MUNZUR’UN DOĞASINI YIKIMA UĞRATIR
İNSANLARINI SÜRGÜN EDER
Yazının başlığı, sonunu özetlemektedir.
Sonunda söylenmesi gerekeni, neden başında söyledim?
Çünkü Tunceli doğası ile Tunceli’de yaşayan ve yaşayacak insanlar, büyük bir tehlike ile karşıkarşıyadır.
Çünkü Tuncelili; ya yarın yaşanacak bir coğrafyaya, ya da cehenneme sahip olacaktır.
Çünkü böylesine bir tehlike ancak, bütün boyutlarıyla görülerek anlaşılabilir.
Çünkü tehlikenin varlığı ve büyüklüğü, olduğu gibi görülürse onu gidermek amaç edinilebilir ve bu amaca ulaşılabilir.
Amacın büyüklüğü ile gerçekleştirilmesindeki güçlük; herşeyden önce tehlikenin büyüklüğünden ve devletin, “Munzur Projesi” adı altında toplanan enerji amaçlı barajları yapmak istemesindeki kararlılığından doğmaktadır. Nitekim Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 21 Mayıs 2001 Tarihli cevabi yazısından anlaşılmaktadır ki, Munzur Projesi kapsamında yeralan ve Munzur Vadisi’nde yapımı planlanan Konaktepe I ve Konaktepe II HES Projeleri’nin gerçekleştirilmesi işi; “Türkiye-ABD” arasında imzalanan Hükümetlerarası Ortak Bildiri uyarınca Bakanlar Kurulu Kararı’yla Türk ve ABD firmalarından oluşan bir konsorsiyuma verilmiştir. “Konsorsiyumla yapılan müzakerelerin sonuçlandırıldığı, taslak sözleşme ve fiyatın Enerji Bakanlığı oluru ile Hazine Müsteşarlığı’na gönderildiği” de aynı yazıyla bildirilmiştir.
Görülüyor ki, Munzur’un doğasını yokederek, burayı yaşanmaz hale getirecek olan projenin sahiplerinden biri de artık “ezeli” ve “ebedi” dostumuz (!) Sam Amca.
Peki acaba ben mi yanılıyorum, yoksa devletin ilgili kurumları mı?
Bu sorunun yanıtı; Munzur Projesi adı altında toplanan barajlarla üretilmesi planlanan elektrik enerjisi miktarına, bu miktar enerjinin bütün Türkiye’de hidrolik kaynaklardan elde edilen elektrik enerjisi miktarı içindeki payına ve projenin; ormanlara, bitki örtüsüne, yaban hayata, içsu balıklarına, iklime, hayvancılığa, arıcılığa, turizme ve insana ilişkin sonuçlarına göre verilebilir.
Proje kapsamında yeralan hidroelektrik santrallerin tümünün kurulu gücü 358,45 MW’tır.
Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün 2000 Yılı verilerine göre bütün Türkiye’de devrede bulunan hidroelektrik santrallerin kurulu gücü 37.079 MW’tır. (Buna karşılık hidroelektrik enerji potansiyeli 123.040 GWh’tır)
Munzur Projesi ile üretilmesi hedeflenen enerji, Türkiye düzeyinde hidrolik kaynaklardan elde edilen enerjinin % 0,9’undan (binde dokuz) ibarettir.
Tunceli İli’nin yıllık su potansiyeli 3.114,2 hektometreküptür. Hidroelektrik enerji üretim potansiyeli ise 1.571 GWh’tır.
Master plan aşamasında olan, kesin projesi yapılmış bulunan ve inşaatı devam eden santrallerin hidroelektrik enerji üretim potansiyeli 1304,4 GWh/yıl’dır. Verilerden, Tunceli’nin toplam hidroelektrik enerji potansiyelinin % 100’ünün kullanımının hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Öteyandan, kanal tipinde yapımı devam eden ve uzunluğu 10.115 metre olan Mercan Hidroelektrik Santrali hariç, diğer barajların depolama hacmi 1.162,5 hetrometreküptür. Bunun anlamı; ilin yıllık su potansiyelinin % 37,3’ünün baraj rezervuarlarında tutulmasıdır.
İster sulama ve içme suyu temini, isterse enerji amaçlı olsun, dünyadaki ve Türkiye’deki uygulamalar göstermiştir ki suyu tuttuğunuz anda “ahlak”ı bozuluyor. Öyleki, bir yandan kirleniyor ve daha önce hayat verdiği canlıları yokediyor, bir yandan kendisini besleyen kaynakları kurutuyor ve yeraltı sularını kaçırıyor. Sonuçta, elinizde balçıklaşmış bir zemin kalıyor. Bu sonuç, elli ile yetmiş yılda meydana geliyor.
Yeri gelmişken, bütün Türkiye bakımından “su”dan ve “suyla oyun”umuzdan kısaca sözetmem gerekiyor:
Türkiye, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kaynak suları, yeraltı suları, akarsular, kara suları ve göller bakımından en yüksek potansiyele sahip olan ülkedir.
Türkiye’nin suya dayalı ekonomik, sosyal ve stratejik hedefleri vardır ve bu anlaşılabilir bir durumdur. Ancak aynı durum; Türkiye’yi bu yüzyılın büyük avantajları ve sorunlarıyla da karşı karşıya getirmektedir. Nitekim, “su”; bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de, özellikle Orta Doğu’da petrolün üstünde bir önem ve değer kazanmaya başlamıştır.
Su kaynaklarının kullanılmasındaki teknolojik gerilikler ile hükümetlerin uygulama yanlışlıkları ve bütün ülkeler tarafından kabul edilmiş uluslararası bir su rejiminin olmaması; suyun önemini arttırmakta, hatta O’nu, “tehlikeli” hale getirmektedir.
Türkiye’nin yıllık yağış hacmi 501 milyar m3’tür. Bunun akışa geçen kısmı 186 milyar m3’tür. Yeraltı suları ve diğer ülkelerden Türkiye’ye intikal eden sularla birlikte yenilebilir tatlısu potansiyeli 205 milyar m3’tür. Yapılan teknik ve ekonomik değerlendirmelere göre farklı amaçlarla tüketilebilecek yüzey ve yeraltı suları, yıllık 110 milyar m3’tür.
Türkiye’nin yıllık su tüketimi 39 milyar m3’tür. Bunun; 6 milyar metreküpü yer altı sularından, 26.4 milyar metreküpü ise barajlardan elde edilen sularla temin ediliyor.
Tüketilen suyun 29 milyar metreküpü sulamada, 5.7 milyar metreküpü içme ve kullanmada, 4 milyar metreküpü ise endüstriyel ihtiyaçların karşılanmasında kullanılmaktadır.
Türkiye yüzölçümünün 1/3’üne tekabül eden 28.05 milyon hektarlık ekilebilir arazinin 25.85 milyon hektarlık kısmı sulanabilir arazidir. Bu arazinin 8,5 milyon hektarı, ekonomik olarak sulanabilir arazi olduğu halde sulanabilen araziler toplamı 4.8 milyon hektardan ibarettir. Projeli olarak sulanan 3,5 milyon hektarlık tarım alanının yalnızca 2.5 milyon hektarlık kısmı, barajlarda düzenlenen sularla sulanmaktadır.
2000 Yılı başı itibariyle Türkiye’nin 110.526 GWh olan elektrik enerjisi tüketiminin yalnızca 38.000 GWh’lik bölümü (% 34.3) hidroelektrik santrallerden karşılanmaktadır.
İnşaatı devam etmekte olan 37 adet HES projesinin toplam kurulu gücü 4.190 MW, üreteceği elektrik enerjisi miktarı ise 13.578 GWh’tır.
Türkiye’de bugüne kadar sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve enerji amaçlı, 195 adedi büyük, 940 adedi küçük olmak üzere toplam 1135 baraj, işletmeye açılmıştır. 107 adedi büyük olmak üzere 135 adet barajın inşaatı sürüyor. 47 barajın projesi tamamlandı, 47’sinin ise proje çalışmaları devam etmekte. Ayrıca 485 adet Hidro Elektrik Santral Projesi’nin geliştirilmesi planlanmıştır.
Rakamlardan anlaşılacağı gibi Türkiye’de su, olağanüstü ölçüde önemli ve büyük bir değerdir. Devletin, bu büyük kaynağı; sulama, içme-kullanma, endüstri suyu temini ve elektrik enerjisi üretmek amacıyla değerlendirmesi gerekir.
Devletin bu alandaki tercihi; temiz içme suyu elde etmek ve bu nitelikte suyun potansiyelini korumak, tarımsal alanları sulamak amaçlı su üretmek ve sudan elektrik enerjisi elde etmekten ibaret kalmıştır. Halbuki, suyla birlikte ve aynı zamanda su kadar önemli olan “öteki” değerler de vardır. Üstelik, su esas alınarak yürütülen bütün bayındırlık faaliyetleri, kaçınılmaz olarak “öteki değerler”i; olumlu ya da olumsuz etkilemektedir. Öteki değerlerden kastım; her şeyden önce “suyla oynayan” insan, doğa, çevre ve kültürel mirastır.
Modern düşünceye göre ekonomi ve ekoloji birbirinden ayırdedilemez.
Ekonomik faaliyetlerin, doğayı bozması ve çevreyi kirletmesi mümkündür. Bu durumun; insan dahil bütün canlıların hayatlarını sağlıklı ortamda sürdürmesini zorlaştırdığı, hatta imkansızlaştırdığı söylenebilir. “Kalkınma amaçlı” bayındırlık faaliyetlerinin “yıkım” aracı haline geldiği görülmüştür. Bu nedenlerle doğanın ve çevrenin korunması; günümüzün olduğu kadar yüzyılın da temel sorunlarından biridir. Yavaş yavaş sorunu kavramaya başlayan “insanlık” ve uluslararası toplum, bu konuda duyarlı olmaya ve çeşitli önlemler almaya başlamıştır. Çünkü gerçekten bütün dünyada ve ülkemizde “koruyarak kalkınma” modeli geliştirilemezse insanlığın “suyla oyunu”, dünyayı yaşanamaz hale getirmekle son bulacaktır. Nitekim ülkemizdeki uygulamada doğa, çevre ve kültürel miras hemen hemen hiç gözetilmediği için Türkiye Coğrafyası; Keban’dan Kargamış’a kadar olan yüzeyde Fırat Irmağı ile uygarlık havzasını, bu havzadaki yerleşim ve tarım alanlarını, bitki örtüsünü, hayvan çeşitlerini ve arkeolojik değerleri yitirmiştir. Ilısu Cizre Baraj ve HES Projesi’nin mevcut haliyle uygulanması durumunda Dicle Irmağı’nı ve onun uygarlık havzası ile bu havzada yeralan Hasankeyf dahil 215 tarihsel yerleşim alanını da yitirecektir. Keza Dilek Güroluk, Orta ve Yukarı Çoruh, Çine ve Yortanlı ile Zap ve Munzur Projeleri, -yargı kararlarına ve bilim çevrelerinin uyarılarına rağmen- uygulanırsa Allianoi ile Marsias antik kentlerini, Fırtına, Çoruh, Zap ve Munzur Vadileri’ni de yitirecektir. Doğayı yıkıma uğratması ve kültürel mirası sulara gömmesi dışında bu uygulamaların, onbinlerce insanı yerinden ederek, çeşitli acıların içine sürüklediği de bilinen tirajik sonuçlardan biridir.
Türkiye; koruyarak kalkınma modellerini, seçeneklerini geliştirmek zorundadır. Aksi halde insanımızın, yarın yaşanacak bir ülkeye sahip olma seçeneği kalmayacaktır.
Bugün, burada İkinci Munzur Kültür ve Doğa Festivali kapsamında yeralan “Barajlar ve Çevre Sorunu” hakkındaki düşüncelerimizi açıklamak için bulunduğumuzdan, “Munzur Projesi”nin; doğal kültür ve yaşam kültürüne ilişkin sonuçları üzerinde daha ayrıntılı durmak gerekiyor:
Munzur Projesi’nin uygulanması halinde iklimin değişeceği -proje verileri gözetilerek- İstanbul Teknik Üniversitesi Atmosfer ve Uzay Bilimleri öğretim üyesi ve Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölge Temsilcisi Doç. Dr. Mikdat Kadıoğlu tarafından rapora bağlanmıştır.
Bu rapora göre; “büyük baraj göllerindeki su kütlelerinin topraktan farklı olan termal özellikleri, barajların su tutmaya başlamadan öncekine kıyasla çevresinde daha serin yaz ve daha ılıman kışlara sebep olur... Bölgedeki hakim rüzgar yönünde bir farklılığa ve rüzgar şiddetinde de belirgin bir artışa neden olur. Su ve havanın farklı su buharı basınçları nedeniyle göl yüzeyinden karalara doğru büyük miktarda nem transferi olur, havadaki nemin artmasıyla bölgede sis ve don olaylarında, göl etkisinden dolayı da kar yağışında ve çığlarda büyük artışlar görülür.”
“Munzur Proje bölgesi gibi oldukça karasal iklimlerin hüküm sürdüğü yerlerde büyük su yapılarının ortaya koyduğu vaha etkisi, bölgedeki su dengesini ve iklimi de değiştirebilmektedir.”
“Nitekim Keban ve Seyhan baraj göllerinin iklime etkisi incelenmiş olup, 1975 yılından sonra iklimin değiştiği bilimsel olarak saptanmıştır.”
“...Son yüzelli yılda dünyada gittikçe artan miktarda tüketilen fosil yakıtları, diğer kaynaklardan atmosfere salınan gaz ve parçacıklar nedeniyle dünya atmosferinin kimyasal bileşeninde önemli değişimler gözlenmiştir. Bunların oluşturduğu sera etkisi de küresel ısınma problemini ortaya çıkarmıştır. Benzer şekilde orman ve yeşil alanların da yokedilmesi atmosferik çevrede geriye dönüşümü olmayan değişimlere neden olabilmektedir.”
“Uluslararası iklim değişimi projesinin 1990 yılında yayınladığı İklim Değişimi Etki Raporuna göre Munzur Projesi gibi kurak ve yarı kurak bölgelerin iklimlerindeki küçük değişimler, yağış rejimini değiştirerek.... önemli problemlere neden olabilecektir.”
“Munzur Projesi’nde, küresel ısınma sonucu tarımın gelişimini nasıl etkileyeceği de gözönüne alınmalıdır.”
“Genel sirkülasyon modelleri ile oluşturulan iklim senaryolarına göre Güney Avrupa ile Akdeniz bölgesi ve Munzur proje bölgesi için 21. yüzyılın başlarında alt tropiklerdeki yüksek basınç kuşağı genişleyerek sıcak ve kuru hava proje bölgesini de etkileyecek şekilde kuzeye doğru genişleyecektir. Munzur proje bölgesi ile birlikte kuzey Akdeniz ülkelerinde 2030 yılına kadar 2 derece sıcaklık artışları ile birlikte kış aylarında yağışların çok az artacağı, yaz aylarında ise önemli derecede azalacağı görülmektedir. Bunun sonucu olarak da bu enlemlerde tarımsal üretimde büyük kayıplar ortaya çıkacağı hesaplanmaktadır.”
“Yerel iklim ve yağış değişimi hakkındaki bulgular, bizi uyarmaktadır. Öteyandan dünyadaki küresel iklim değişiminden, Türkiye ve Munzur Proje bölgesini soyutlamak mümkün değildir.”
Munzur Projesi ile ilgili devletin hazırladığı bir iklim raporu yoktur.
Projenin uygulanması halinde, Munzur doğasının zengin florası yokolacaktır. Bilimsel araştırmalara göre bu havzada yeralan karakteristik endemik türler, (Erysimum, Graellsia, Hymenophysa, Didymophysa, Delphinium, Astargalus, Pistacia, Heliotropium, Verbascum ve Echinops) ile zengin familyalar (Fabaceae, Asteraceae, Brassicaceae, Lamiaceae, Caryophyllaceae ve Poaceae) ve cinsler (Asrtagalus, Trifolium, Alyssum, Silene ve Vicia) tükenecektir. “Fırat havzası meşe ormanları binlerce yıldan beri süregelen tahrip sonucunda önemli oranda ortadan kalkmış” olmasına rağmen Munzur doğasındaki zenginliğini ve yoğunluğunu korumaktadır. Bilindiği gibi “bir ülkenin doğal zenginliklerinin başında gelen ormanlar, ekonomik önemlerinin yanısıra doğal denge içerisindeki rolleri ile de son derece önemlidir”. “Meşe türleri, iklimdeki karasallaşmaya rağmen bu koşullara iyi uyabilen geniş alanlar kaplamıştır. İç ve Doğu Anadolu’daki ormanların ortadan kalkmasında iklim değişmelerinin rolü vardır. Munzur coğrafyasında beş farklı meşe türü, orman toplulukları oluşturmuştur. Meşe, gerek yapı malzemesi gerekse endüstriyel hammadde kaynağı olarak da büyük önem taşır. Meşe, yüksek sürgün verme yeteneğine sahip bir ağaçtır. Meşeye gerekli önemin verilmesi, Anadolu’nun pekçok yerinde olduğu gibi Fırat Havzası’nda da ormansızlaşmayı büyük oranda önleyecektir. 1970’li yıllarda ortaya atılan ve çeşitli araştırmacılar tarafından da desteklenen bir fikre göre yurdumuzun Gümüşhane-Tunceli-Maraş-Amanos dağları arasında uzanan ve Anadolu Diagonali denen bir hattın doğu ve batısında yetişen bitki türleri farklılık gösterirler. Anadolu Diagonali, Yukarı Fırat Havzası’nın hemen doğusunda yeralmaktadır. Diagonal’in her iki yakası arasındaki floristik farklılık, daha çok iklimsel ve topografiktir.” Doğu Anadolu’nun engebeli coğrafyası ve batıya göre daha yağışlı ve serin iklimi, bölgede yüksek dağ bitkilerinin yetişmesi ile birlikte dere yataklarıyla vadilerinde, “Akdeniz”li bitkilerin de yetişmesine imkan tanımaktadır. “Bu özellik, bölgenin florasını hem farklandırmakta, hem de zenginleştirmektedir. Fırat Havzası’nda ve Munzur doğasında erken çiçek açan endemik bitki türlerinin (Aracea, Liliaceae, Bellevalia, Fritillaria, Hyacinthus, Hyacinthella, Muscari, Scila, Tulipa, Crocus, Orcgidaceae, Dactylorhiza) yanında tıbbi bitkiler (Melissa officinalis/oğul otu, Melilotus officinalis/Taş yoncası, Mentha/nane, Thymus/kekik ve Verbascum/sığır kuyruğu türleri, Glycirrhiza glabra/meyan kökü, Berberis/kadın tuzluğu) ile kokulu bitkiler (Thymus, Cyclortichum, Calamintha, Salvia vb.) ve boya bitkileri (Isatis, Alkanna, Rubia vb.) çok zengin olarak bulunmaktadır. Ayrıca çayır, mer’a ve yem bitkileri (Leguminosae/baklagiller ile Giramineae/buğdaygiller) de yetişmektedir. Yukarı Fırat havzası ile Munzur doğasındaki 17 bitki türü; Pistacia terebinthus subsp. Palaestina/çedene-menegiç, Rhus coriaria/tetir-sumak, Aristolochia bottae/loğusa otu, Gundelia tournefortii/kenger, Alkanna megacarpa/yerenüğü-havaciva, Anchusa azurea, Azurea/tort-sığırdili, Onusma serceum/sarıot-dilyarasıotu, Viburnum opulus/gilebala-gilaburu, Ouercus spp./meşe-palamut, Ajuga chamaepitis subps. Laevigata/ürperyavşağı-meryemhort-sancıotu, alcea calvertii/hiro otu, Rheum ribes/okçun-ışkın, Armeniaca vulgaris/kayısı, Rosa canina/çalıgülü-gülburnu-yabanigül-kuşburnu, Rubus sanctus/böğürtlen, Alnus glutnosa subsp glutinosadır/kızılağaç-kızılkavak.
“Şimdiye kadar yapılan floristik çalışmalar sonucunda Elazığ ilinin florasının % 80’i, Tunceli ilinin % 60‘ı, Muş ilinin % 40’ı, Bingöl ilinin ise % 20’si bilinmektedir. Bu durum floristik kaynakların değerlendirilmesi açısından büyük bir kaybı ortaya koymaktadır.” Tunceli’de “tüm alçak ve yüksek bitkilerin tespit edilebilmesi için daha sık floristik, vejetasyon ve fitocoğrafik çalışmaların yapılması gerekir.” Keza “tespit edilen türlerin havza halkının faydalanmasına sunulması bakımından kullanım alanlarını belirleme çalışmaları yapılmalıdır.”
“Floramızın geleceği açısından en kısa sürede modern bir botanik bahçesi bir herbaryum, kurulması” ve Munzur Milli Parkı’nın genişletilerek korunması gerekir.”
“Belirtilen bitkilerin yanısıra Munzur doğasında yetişen 60 çeşit kadar mantardan (Amanita, Boletus, Russula, Lycoperdon, Calvatia, Polyporus, Fomes, Morchella ve Pleurotus cinslerine ait türler) halkın daha çok yararlanması imkanları yaratılmalıdır. Ayrıca bu mantarlar, “dünyadaki kültüre alma” çalışmalarında yoğun bir ilgiye sahip olup, belirlenecek yöntem ile havzamızda daha çok yetiştirilmeleri mümkün olabilir.
Ne yazık ki coğrafyamızda bulunan akarsu ve göllerin mikrofitlerine ait floraları hakkında yapılmış hiçbir floristik çalışmaya rastlanmamıştır. “Rastlanan çalışmalar, floraları oluşturan tüm mikrofillere değil, bazı sınıflara yöneliktir.”
“Fırat havzası ile Munzur’un içsularında zengin balık türleri (Mastacembelus simack-dikenli yılan balığı, Salmo trutta-alabalık, Salmo trutta macrostigma-dağ alabalığı, Cypripus carpio-sazan, Acanthobrama mirabilis-ulubat balığı, acanathobrama marmid-akçapak balığı, alburnoides bipunctatus-noktalı inci balığı, leiciscus cephalus-tatlısu kefali, leiciscus lepidus-akbalık, cyprinion macrostomum-beni balığı, garra rufa-yağlı balık, garra veriabilis-yapışkan balık, chondrostome regium-karaburun balığı, aspius vorax-sis balığı, tor grypus-bıyıklı balık (sabot), carossobarbus luteus-bizir, B. Plebejus lacerte-bıyıklı balık, barbus rajanorum-sirink, barbus capito- bıyıklı balık, B. Capito pectoralis-bıyıklı balık, B. Xanthopterus-maya balığı, B. Subquincuncinatus-bıyıklı balık, chalcalburnus mossulensis-gümüş balığı, capoeta capoeta-siraz balığı, capoeta trutta-çepiç/kara balık, copitis elongata bilseli-çöpçü balığı, nemacheilus tigris-çöpçü balığı, nemacheilus panthera-çöpçü balığı, nemacheilus insignis-çöpçü balığı, nemacheilus malapterurus-çöpçü
balığı, nemacheimus argyrogramma-çöpçü balığı, turcinemacheilus kosswigi-çöpçü balığı, mystus halepensis-kedi balığı, glyptothorax armeniacus-iğneli balık, glyptothorax kurdistanicus-vantuzlu balık, aphanius cypris-dişli sazancık, parasilurus triostegus-fırat yayın balığı, mugil (liza) abu-kefal balığı) yaşar. Munzur Çay’ında özellikle alabalık (salma trutta), kepenez ve dargın balığı çokça yaşar. Ne yazık ki, Keban, Karakaya ve Atatürk Baraj Gölleri’nin yapılmasından sonra bu türlerin bazıları, yokolmuştur. Örneğin, Atatürk Baraj Gölü’nde su tutulmadan önce Fırat Nehri’nde yaşayan Glyptathorax kurdistanicus (vantuzlu balık), Glyptathorax armeniacus (iğneli balık), Barbuslardan Barbus xanthopterus (maya balığı), Barbus esocinus, B. subguincinsunatus (bıyıklı balık), B. Plebejus lacerta (bıyıklı balık) ve B. Capito pectoralis, yokolmuştur. Çünkü akarsular üzerine kurulan barajlar, burada yaşayan balıkların ekolojik ortamlarının değişmesine neden olmaktadır. Yeni oluşan ekolojik şartlara uyum göstermeyen balıklar, buraları terketmekte veya yokolmaktadır.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 22 kurumu tarafından ortaklaşa hazırlanan “Munzur Vadisi Milli Parkı Uzun Devreli İnkişaf Planı”na göre “milli parklar her nevi ilmi araştırmalara müsait olmaları yönünden taşıdıkları değer yanında, sosyal, kültürel ve turistik hareketlere imkan vermeleri bakımından da önem taşımaktadır. Parkın kurulmasına bunlar esas teşkil etmektedir.” Keza aynı planda Munzur vadisi ile çevresinde yaşayan yaban hayvanlarının; ayı, kurt, vaşak, tilki, sansar (ağaç ve kaya sansarı), su samuru, porsuk, sincap (alacalı, kırmızı, siyah ve beyaz renkli), tavşan, yaban domuzu, yaban keçisi, çengelboynuzlu dağ keçisi, bezuvar keçisi, kartal, akbaba, doğan, şahin, atmaca, kerkenez, delice, çaylak, puhu, baykuş, ur kekliği, keklik, çilkeklik, toy, mezgeldek, turna, kaz, bıldırcın, çulluk, tahtalı ve kaya güvercinleri, balıkçıllar (beyaz, gri ve alaca), leylek (nadiren siyah leyleğe de rastlanır) olduğu belirtilerek, “memeli hayvanlarla kuşlar bakımından çeşitlilik gösteren bu yöre, av ekonomisi bakımından önemle üzerinde durulması gereken bir saha niteliğini taşımaktadır” denilmektedir. Yeri gelmişken çengel boynuzlu ve bezuvar dağ keçilerinin, Avrupa’da da korunan istisnai türler olduğunu, ur kekliğinin ise dünyanın başka bir coğrafyasında hemen hemen bulunmadığını belirtmeliyim.
Aynı planda; “Tunceli İli Ovacık İlçesi arasında bulunan Munzur Vadisi Milli Parkı’nın kuruluşu ile bölgeye sosyal ve ekonomik faydalar sağlayacağı nazarı itibara alınırsa tabiatın korunması ve değerlendirilmesinin, ilerisi için birçok imkanlar sağlayacağı şüphesizdir” tespiti yapılarak ve özellikle vadiyle dağlarda yaşayan çengelboynuzlu ve bezuvar keçisi ile ur kekliği, kırmızı benekli alabalığın önemine değinildikten sonra “milli parka bazı değerler kazandıracak enteresan göller ve kanyonlar da nazarı itibara alındığında milli park sahasını geniş tutacak zarureti kendiliğinden doğmuştur. Bu itibarla ziyaretçilere enteresan objeler göstermek gayesi hedef tutularak, Munzur Dağları da ele alınmıştır. Milli park olarak muhafaza ormanları sınırları ele alınmış ve Munzur Dağları ve Mercan Deresi nazarı itibara alınarak kuzeye doğru uzatılmış ve bu suretle sahanın bütünlüğü sağlanmış bulunmaktadır. ... Munzur gözeleri çevresini ihtiva edecek şekilde hudutlandırılmıştır. Bu bölgenin bütün hususiyeti kış mevsimine isabet eden yağış nispetinin bölge içinde en yüksek olmasıdır. Bölge esas itibariyle güzel tabiat parçaları ile dağlık bölgelerde av hayvanlarına ve kıymetli alabalığa rastlanması bakımından önem taşımaktadır. Vadide büyük kanyonları görmek mümkündür. 2000 metrenin yukarısında bulunan dağlık bölgeler, dağ gölleri, yaylalar ve soğuk sular sahaya ayrı bir özellik vermektedir. Munzur Vadisi Milli Park sahasına, Tunceli ilinin batı kısmında bulunan Ovacık ilçe merkezinden il merkezine kadar uzanan Munzur Vadisi esas teşkil eder. Bu bölgenin 23.364 hektarlık kısmı 1968 yılında muhafaza ormanı ve av rezerv sahası olarak ayrılmıştır. Milli park olarak muhafaza ormanları sınırları ele alınmış ve Munzur Dağları ve Mercan Dereleri nazarı itibara alınarak kuzeye doğru uzatılmış, bu suretle sahanın bütünlüğü sağlanmış bulunmaktadır. Böylelikle milli park sahası Tunceli il merkezinin 6,5 km batısından başlayarak 47 km devameden Munzur vadisini ve buradan kuzeye doğru Munzur Dağlarını içine alacak bir şekilde ve tabii hudutlara dayandırılarak belirlenmiştir. Bu sınırlandırmada milli park sınırları içinde kalan Munzur Vadisi’ndeki fauna ve bilhassa alabalık popülasyonu ve Munzur Dağları üzerinde bulunan dağ gölleri, mıntıkanın vahşi tabiatı kaynak olarak kabul edilmiştir.” Tunceli bölgesinde arkeolojik bakımdan bir yüzey araştırması yapılmamış olmasına rağmen Keban baraj gölü havzasında yapılan araştırmalar dolayısıyle Pulursak Yolu kazısını yapan Sayın Kılıç KÖKTEN’in, çok sayıda paleolotik döneme ait çeşitli kaya sığınaklarına, işlik yerlerine ve düz yerleşmelere rastladığını, bölgeyi, paleotik dönem (yontma taş çağı) bakımından çok zengin olarak nitelendirdiğini biliyoruz.
Verilerden ve bilimsel raporlardan anlaşılmaktadır ki Munzur Projesi adı verilen barajlar projesinin hiçbir aşamasında; ormanlar, bitkiörtüsü, yabanhayat, içsu balıkları ve yörenin arkeolojik bakımdan tarihsel niteliği konularında, herhangi bir çalışma ve değerlendirme yapılmamıştır.
Acaba Türkiye’nin, doğal ve kültürel değerleri gözetmeden uygulama yapması, hatta “barajlar efsanesi” yaratması ve “barajlar kralı” ilan etmesinin önünde herhangi bir ulusal yasa ve tarafı olduğu uluslararası andlaşma yok mudur?
Vardır.
Anadolu coğrafyası, insanlığın ilk yerleşim alanlarından biridir ve bu coğrafyada 54 uygarlık yaşamıştır. Öyleki çeşitli kazılarda elde edilmeye başlanan arkeolojik veriler, bilinen uygarlık tarihini altüst etmektedir.
Arkeolojik veri, literatürde genel olarak kültürel miras kavramı ile ifade edilmektedir. “Kültürel Miras”; UNESCO ile Avrupa Konseyi öncülüğünde imzalanan sözleşmelere göre; “tarih, sanat veya bilim açısından istisnai evrensel değerdeki mimari eserler, heykel ve resim alanındaki şaheserler, arkeolojik nitelikteki eleman veya yapılar, kitabeler, mağaralar, eleman birleşimleri, yapı toplulukları ve sitler”dir.
Bu belgelere göre kültürel miras; bir yandan “insanlığın ortak anı kaynağı”dır, öteyandan “bilimsel ve tarihi araştırma gereci”dir.
Tanımın unsurlarından anlaşılacağı gibi, arkeolojik miras; yalnızca “eser” olmayıp, aynı zamanda “veri”dir. Öyleyse çeşitli alanlardaki bayındırlık faaliyetleri sonucunda yokolan, yokolma tehlikesi ile karşı karşıya kalan, ya da bu nitelikteki “potansiyel tehlike” altında bulunan şey; “insanlığın ortak anı kaynağı” olan değerler ile “dün” hakkında bilgi edinme imkanını sağlayan verilerdir. Bu bakımdan, her arkeolojik değerin yokedilmesiyle birlikte insanlığın; dün hakkında bilimsel ve tarihi bilgi edinme imkanı da yokedilir.
İnsanın bilgi edinme hakkı ile bu bilgiyi geleceğe aktarma ödevi; “insani” olduğu kadar, evrensel nitelikte bir hak ve yükümlülüktür. Bilgi edinme hakkı engellenen insanın gelişmesi ve dünya ölçeğinde bir tarih bilincine ulaşması, bu yolla kendisini, dünyalı hissederek “diğeri”yle birlikte birarada ve barış içinde yaşaması da engellenmiş olur. Çünkü, insan denilen varlık; dünü ve bugünü kendinden ibaret olarak ve kendisi kadar algılarsa, “öteki”, herhangi bir değer ifade etmez. O zaman da ne ötekinin düne ait değerlerini ve verilerini korumak ihtiyacı duyar, ne de “öteki”ne, yarın içinde varolma hakkı tanır. Böylece, insanlığın ortak bir dünü ve ortak bir yarını olmaz. İnsan, “öteki”ni ve “önceki”ni tanıyamaz. Herkes; kendinden ibaret ve kendisi kadar yoksul kalır. Bu durum, sosyolojik olarak insanlık değerlerinin oluşmasını “barış”ın korunmasını zorlaştırır.
Çağımız; “bilgi çağı”dır. “Bilgi Teorisi”ne göre, yeni bilgi üretmek, veriye ulaşmakla mümkündür. Veri yokedilirse, bilgiye ulaşmak imkanı da yokedilmiş olur. Öyleyse kültürel mirası yokeden ya da yoketme tehlikesi yaratan her faaliyet, “çağdışı”, hatta “ilkel” bir faaliyettir.
Öteyandan, doğanın dengesini bozarak ekolojik sorunlar yaratan her bayındırlık faaliyeti, hayatın sağlıklı ortamda sürmesine yöneltilmiş ağır bir saldırıdır.
Bu faaliyetlerin tehdit ettiği haklar, insanın temel haklarındandır ve hem demokratik yönetilen devletlerin ulusal, hem de uluslararası toplumun koruması altındadır. Herhangi bir ülkenin ulusal mevzuatının, bu hakları korumamış, ya da bunların özüne dokunacak düzenlemeler yapmış olması; bu hakları ortadan kaldırmaz. İnsan, her durumda; yurttaşı olduğu devletten ve uluslararası toplumdan, bu haklarının korunmasını isteyebilir. Bu istem, her şart altında meşrudur.
Türkiye’nin kültür varlıklarıyla ilgili mevzuatı, ne yazık ki Cumhuriyet’in kurulmasından altmış yıl sonra, 1983 Tarihli Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası’nın çıkarılması ile oluşmaya başlamıştır. Sonraki tarihlerde, Devlet Planlama Teşkilatı, İmar ve Milli Parklar Yasası yürürlüğe sgirmiştir.
1926 tarihli Medeni Yasa hükümleri, 1930 tarihli Uumumi Hıfzısıhha Yasası, 1960 tarihli Yeraltı Suları Hakkındaki Yasa ve 1971 tarihli Su Ürünleri Yasası istisna edilirse Türkiye’nin doğa mevzuatı, 1983 tarihli Çevre Yasası ile oluşmaya başlamıştır. Daha sonra ise, Hava Kalitesinin Korunmasına, Taşıt Kaynaklı Kirliliğin Önlenmesine, Çevre ve Orman Bakanlıklarının Kuruluş ve Görevlerine ilişkin yasalar, yürürlüğe girmiştir.
Türkiye;
- Avrupa Kültür Anlaşması’na (Paris Sözleşmesi) 1957 yılında,
- Akdeniz’in Kirlenmeye Karşı Korunması Sözleşmesi’ne (Barcelona Sözleşmesi) 1981,
- Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunmasına Dair Sözleşme’sine (Granada Sözleşmesi) 1983 yılında,
- Avrupa Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi’ne (Bern Sözleşmesi) 1984 yılında,
- Viyana Sözleşmesi ile buna bağlı Montreal ve Londra Pprotokolleri’ne 1990 yılında,
- Ramsar Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Basel Sözleşmesi’ne 1994 yılında,
- Arkeolojik Mirasın Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’ne (Malta/Valetta Sözleşmesi) 1999 yılında,
- Avrupa Birliği Çevre Ajansı Sözleşmesi’ne 2000 yılında
katılmıştır.
Türkiye’nin uluslarüstü doğa ve kültür varlıkları mevzuatı, aynı konudaki ulusal mevzuatından daha gelişkindir. Ancak ulusal ya da uluslarüstü hukukun belirlediği yükümlülüklere uymak için, uygulamaya yönelik alışkanlıkların değişmesi ve yeni bir bilincin gelişmesi bakımından zamana ihtiyaç vardır.
Yeri gelmişken, hukuki, felsefi ve insani perspektiflerine göre uluslararası toplumun “ideal değerler”ini temsil etme iddiasında olan Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin doğal ve kültürel varlıklarının korunmasını gözetmediği ve üyesi olan birçok ülkenin, bu değerleri yıkıma uğratan, yokeden çeşitli kredi ve inşaat konsorsiyumlarında yeralmasını önlemediğini, belirtmek zorundayım. Halbuki Türkiye coğrafyası, Avrupa kıtasının doğal fiziki bir parçasıdır. Türkiye coğrafyasında yaşamış olan uygarlıkların kültür değerleri, Akdeniz Havzası Kültürü’nün temelini teşkil eder. Öteyandan Türkiye, Avrupa Birliği’nin aday ülkesidir. AB’nin bu değerleri koruma yükümü; Avrupa Tek Senedi’nin yürürlüğe girmesinden, topluluğun Paris zirvesinde alınan kararlardan ve birliğin, “ilerlemenin gerçekten insanlığın hizmetinde olabilmesi için Avrupa ruhuna uygun olarak maddi olmayan değerlere, özellikle çevrenin korunmasına önem verilmesi gerektiği tarzındaki düşüncesinden, Konsey’in 1973 yılında kabul edip halen sürdürdüğü faaliyet programlarından, Konsey’in ve Komisyon’un, AET Anlaşmasının 100. ve 235. maddelerine dayanarak 200’den fazla hukuki tasarrufta bulunmasından, AET Anlaşması’na eklenen 130/(r-t) maddelerinden, Maastricht Andlaşması’ndan ve nihayet Topluluk Yüksek Mahkemesi’nin 1985 ve 1988 yıllarında konuya ilişkin olarak verdiği kararlardan doğmaktadır.
Munzur Projesi’nin yapımında kamu yararı bulunmadığını belirtmeliyim. Çünkü yukarıda belirtilen bu projeyle üretilmesi planlanan elektrik enerjisi miktarı, bu miktarın bütün Türkiye’de hidrolik kaynaklardan elde edilen enerji miktarı içindeki payının çok düşük olması olguları dışında;Tunceli’de yaşamın ekonomik altyapısı; “su” ve “dağ”dır. Suyun; baraj rezervuarlarında tutulması, onun hayat verdiği bütün canlıları yok edeceği gibi, dağ ve orman ile diğer bitki örtüsünün de yok olmasına yol açar.Tunceli’de yaşayan insanların temel ekonomik faaliyetleri, arıcılık ve hayvancılıktan ibarettir. İlde, sanayi yoktur, ticaret ve hizmet sektörü ise gelişme halindedir. İlin coğrafi konumu ile topoğrafik yapısı bakımından yörede imalat veya ağır sanayi tesislerinin kurulması neredeyse imkansız olduğu gibi, rantabl da değildir. Buna karşılık yörenin olağanüstü düzeyde hayvancılık, arıcılık ile dağ-su-orman turizmi potansiyeli mevcuttur. Bu nedenle Tunceli’yi kalkındırarak, orada yaşayan ve yaşayacak olan insanların gelir kaynakları ile yaşam olanaklarını yükseltmek, bu arada ulusal ekonomiye artıdeğer katmak isteniyorsa, öncelikle Tunceli’nin doğasını dokunulmaz kılarak, olduğu gibi korumak ve onun güzelliklerinden, dağlarından, mağaralarından, göllerinden, kaplıcalarından, içmelerinden, akarsularından, vadilerinden ve mesire yerlerinden; -turizm, arıcılık ve hayvancılığın geliştirilmesi bakımlarından- yararlanmak gerekir. Üstelik, bu tür bir planlamanın teşvik edilmesi ile uygulamasına yönelik maliyetler, sözkonusu baraj ve HES’lerin yapımı ile işletme maliyetlerinden daha düşük olur. Ayrıca, turizm ile hayvancılık ve arıcılık faaliyetleri, sürekli faaliyetler oldukları halde, baraj ve HES’lerin sınırlı ömürleri vardır.
Öteyandan sözkonusu projenin uygulanması halinde yeni yeni başlamış olan “geriye dönüş” süreci; kesintiye uğrayabileceği gibi, büyük çaplı yeni göçlere de neden olacaktır. Zira, Tunceli insanının yerleşik yaşam biçimi; su ve dağın sunduğu olanaklarla belirlendiği gibi, bunlar olmadan da devam edemez. Bu bakımdan denilebilir ki Tunceli’deki “doğal kültür” olmadan, “yaşam kültürü” sürdürülemez.Baraj ve HES’lerin, süreç içinde ildeki bütün demografik yapıyı olumsuz yönde etkilemesinin kaçınılmazlığı dışında, Pülümür Vadisi yöresindeki köyler hariç Mercan ve Munzur Vadisi’nde yapılacak baraj ve HES’ler nedeniyle 84 köyün göç etmesi zorunlu görünmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; estetik ve bilimsel bakımdan istisnai nitelikte evrensel değerlere sahip olan ve 1971 yılında Milli Park ilan ettiği Munzur ve Mercan Vadilerini; Anayasamızın 63. maddesine, Doğa ve Çevre Mevzuatı’na, BM-UNESCO öncülüğünde imzalanan Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşmeye ve Avrupa Konseyi öncülüğünde imzalanan Arkeolojik Mirasın Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi’ne göre, aynen korumakla yükümlüdür. Tunceli dernekleri tarafından seçilmiş bulunan Munzur Vadisi’ni ve Çevresini Koruma Kurulu; önce Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığına başvurarak, Uzunçayır Barajı hariç diğer baraj projelerinin iptal edilmesini istemiştir. Başbakanlık, Enerji Bakanlığı aracılığıyla verdiği yanıtta, -dolaylı olarak- istemi reddetmiştir. Bunun üzerine bu kurulun belirlediği kişiler tarafından Başbakanlık ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı aleyhine yürütmenin durdurulması istemli iptal davası açılmıştır. Dava Danıştay 10. Dairesi’nin 2001/39436 E. Sayılı Dosyası’nda devam etmektedir. Tuncelilileri, Türkiyelileri ve dünyalıları bu davaya katılmaya (müdahil olmayı) davet ediyorum.
Sevgili Tunceli Halkı, Bizler; ülkemizin ve coğrafyamızın kalkınmasına ve kalkınmanın temel girdilerinden olan enerji üretilmesine karşı çıkmayacak kadar yurt ve insan severiz. Nevarki ülkemizin ve yöremizin doğal ve kültürel zenginliklerini koruyacak bir kalkınma modelinin geliştirilmesini istemek de herhalde yurtseverliktir. Hatta, koruyarak kalkınmayı amaçlayan model geliştirilmesini istemek; yurdumuzun ve insanımızın “dün”ünü, “bugün”ünü ve “yarın”ını da sevmektir. Bilinmelidir ki baraj inşaatlarının sağlayabileceği geçici iş bulma imkanları ile bu nedenle yapılacak kamulaştırmalar sonucunda ödenecek paralar; sadece bir süre için anlam ifade eder. Bunlar, yapay olarak beslenen kısa vadeli umutlardır. Sözüedilen imkanlar belki birkaçınızın, “üç-beş gün”ünü kurtarabilir, hatta belki birkaçınızı, maddeten “zengin”de edebilir. Ancak unutulmamalıdır ki Tunceli doğasını yıkıma uğratacak olan barajlar; bu coğrafyadaki “dün”ünüzü siler. Sizin, çocuklarınızın, torunlarınızın burada yaşama imkanlarını ortadan kaldırır. Munzur’un, size sunduğu binbir çeşit zenginlik ve varlık, başka bir ifadeyle sürekli geçim kaynaklarınızı, hayatınızı, dününüzü ve geleceğinizi savunmak, bunlara yönelen mevcut ve yakın baraj tehlikesinin karşısında durmak, meşru ve insani bir haktır. Bu amaçla Munzur Vadisi’ni ve çevresini korumak, en yüksek idealiniz olmalıdır. Bu ideale ulaşmak için Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yürütme organından, yargı erkinden, idari makamlarından sorunun çözümünü istemeniz, yasal hakkınızdır. Belirtilen organlar veya idarelerin, soruna çözüm getirmemeleri durumunda Türkiye’nin tanıdığı uluslarüstü kurumlara ve bu kurumların yargı makamlarına başvurmanız da doğal ve yasal hakkınızdır.
Baştan beri değinmeye çalıştığım barajlar projesinin yarattığı büyük tehlikeyi savuşturmanın tek çaresi, Tunceli halkının mutlaka birlikte davranması ve Türkiye ile dünyada yaşayan konuya duyarlı diğer insanları, yasal kurumları, mücadelesine katarak, meşru nitelikte büyük bir karşı kuvvet yaratması ile mümkündür.
Toprağına güvenen, bilen, gören, anlayan, düşünen, aydınlık kafalı ve onurlu Tunceli Halkı’nın; bunu başarmak için birleşeceğine ve “öteki”lerin de bu haklı ve insani mücadeleyi seyretmeyeceğine inanıyorum.
Hepinizi sonsuz sevgiyle kucaklarım. 29.07.2001
Murat CANO/Hukukçu
Türkiye Barajlar ve Kültürel Miras İzleme Kurulu
Kurucu Üyesi
(*): Bu yazı; 27-30/Temmuz/2001 tarihlerinde düzenlenen II. Munzur Doğa ve Kültür Festivali kapsamında yeralan “Barajlar ve Çevre” konulu panelde yapılan konuşma metnidir.